İktidarsız İktidar

Bu yılın birinci yazısına William Shakespeare’le başlamaya niyetlenince, Aralık ayında, sinema filmi olarak karşımıza çıkan büyük tragedyalarının biri satırların arasına yerleşiverdi.
Bir önceki yazımın içeriği, beyaz perdeden İBB Şehir Tiyatroları sahnelerine taşınan ‘İki Arada Bir Yerde’ oyunuydu. Bu kez tersinden giderek, 400 yıldır tiyatro sahnelerinde hayat bulan ve 7. sanatın yaşamlarımıza girişiyle, defalarca beyaz perdeye aktarılan Macbeth tragedyası üstünden yazımızı akıtmaya çalışacağız.
Çok bilinen hikâyesiyle, İskoç kralı Duncan’a ihanet edenleri savaşta yenmeyi başaran Cawdor Baronu Macbeth’in yoluna çıkan cadılar kafasını karıştıracaktır. Karısının iktidar hırsına ortak oluşuyla trajik kahramana dönüşür. Baht dönüşü evinde ağırladığı İskoç kralı Duncan’ın öldürüşüyle tetiklenir. O karısının yardımıyla öldürdüğü kralın yakın akrabası olarak gücün yeni sahibidir. Kaybetme korkusunu içinden atamayınca cinayetler birbirini izler. Bir kez daha yolunun kesiştiği cadılar, Büyük Birnam Ormanı üstüne yürümeden ve kadın tarafından doğurulmamış birisiyle karşı karşıya gelmediği sürece korkmamasını söylemektedir. Bu kehanetler arkası arkasına gerçekleşecek ve Macbeth hırsının bedelini trajik kahramanların akıbetiyle ödeyecektir.
Ana karakterlerinin içindeki dünyayı (tutkular, hırslar, erdemler, vicdan, vs…) derinlemesine gözler önüne seren William Shakespeare’in ölümsüz tragedyası, yanıtları tartışılan soruları beyaz perdede de gündeme getiriyor: Yazar, özgür iradesiyle hareket ederek kendi kaderini belirlemek ile kadere yenik düşmek arasındaki ince çizgiyi mi ortaya koyuyor? Bu oyun, onurunu ayaklar altına alan Macbeth’ten çok, kocasını yolundan çıkaran Layd Macbeth’in tragedyası mı? Seçimlerimizin ya da hırslarımızın ne kadarı bize ait? Macbeth’in onuru nereye kadar? Macbeth iktidarı mı yoksa iktidarsızlığı mı simgeliyor? Cadılar içindeki hırsların yarattığı hayali kahramanlar mı? Yoksa gelecekten haber veren kâhinler mi? Özgür iradenin ulaştığı nokta kaderden öte bir yer değil mi? Bastırılmış duyguların ortaya çıkışı kadercilikle açıklanabilir mi? Benzer sorular birbiri arkasına eklenerek uzayıp gitmekte…
Tam yüz yıl önce tiyatrodan sinemaya taşınan uyarlamaların arasında, Orson Welles’in 1948 yılında, yönetmenlik ve oyunculuk yaptığı Macbeth belleklerdeki yerini korumakta. En iyi uyarlamaların başında Akira Kurosawa’nın 1957 yapımı Throne of Blood (Kanlı Taht) filmi geliyor. Büyük ustanın Japon kültürünün geleneksel yapısıyla harmanladığı Macbeth hikâyesi sinemanın başyapıtlarından. Çok sayıda sinema yorumcusunun tercihi ise 1971 yılında, Roman Polanski tarafından sinemaya uyarlanan, The Tragedy of Macbeth (Bizde ‘Kanlı Saltanat’ adıyla gösterildi.) filminden yanadır.
İlk gösterimi 2015 Cannes Film Festivali’nde yapılan Justin Kurzel’ın Macbeth’ini ilgi çekici buldum. Orijinal tiyatro metnine uzak düşmemeye özen gösterilmiş. Macbeth’in vicdanıyla hesaplaştığı ve sanrılarının dışa yansıdığı mekanlarda, tiyatronun durağan kokusunu duyumsamak mümkün. Dış aksiyonun yüksek temposu ve doyurucu görselliği, klasik yapıtın seyircisini yormasına fırsat vermiyor. Lady Macbeth’i canlandıran Marion Cotillard senaryodan kaynaklı olarak biraz geride kalsa da Macbeth rolünün altında ezilmeyen Michael Fassbender, Shakespeare’in şiirsel anlatımını başarılı oyunculuğuyla doğal konuşma akışına taşımış.
Bir yönüyle güçlü savaşçı, diğer tarafıyla iktidarsız bir erkek imajını Macbeth’in bedeninde buluşturmayı tercih eden Justin Kurzel, hiçbir zaman çocuğu (ya da kendinden sonra geleceği) olmayacak kahramanın iktidar mücadelesini özenle işliyor. Ölü bebeğin cadılar tarafından gömülmesiyle başlayan hikâye, iktidarın gücünü sarsacak çocukların öldürülmesiyle devam ediyor. Bir metafor olarak cadılarla birlikte, biri bebek olmak üzere, iki çocuk daha kullanılmış. Ateşe verilen Büyük Birnam Ormanı’nın kül ve duman kızıllığıyla Macbeth’in üstüne yürüyüşünü fazlasıyla yaratıcı buldum. O kızıllığın arasında, İskoç kralı olacağı kehanetinde bulunulan Banquo’nun oğlunun, geleceğe doğru koşuşuyla da finale ulaşılıyor.
Bir kez daha tiyatro sahnesinde sıkışıp kalan yazılı metinlerin, sinema perdesinde nasıl özgürleştiklerine tanık oluyorum. Hızla değişen teknolojiden (ayrıca sanat-sermaye ilişkisinden) payına düşeni alamayan tiyatromuzun giderek yoksullaştığını görmek içimi acıtıyor. Bu yoksulluk sahne gerisindeki emekçisinden, sahnenin önündeki sanatçısına uzanıyor, yazarından yönetmenine, oyuncusundan yöneticisine, salonundan seyircisine kadar hepimizden bir şeyleri alıp götürüyor…