Merhaba ‘Post-truth’ dünya

Zor referandum dönemi kendinden sonraki kuşaklara gerginliklerini taşıyarak geride kaldı. Bir önceki darbe anayasası oylanırken üniversite sıralarındaydık ve çoğunlukla kabul görmesi içimize sinmemişti. Şimdi çocuklarımızın üniversitede okuduğu ve hatta 18 yaş iradesinin sandığa yansıdığı yıllardayız. Bir kuşak boyunca eski anayasanın utancını sırtımızda taşıdığımız halde yenisini de elimize yüzümüze bulaştırdık. Aynı utancı çocuklarımızın da kendi çocuklarının sırtına yükleyeceği şimdiden belli…
Dış güçler ya da kim olduğu tanımlanamayan düşmanlıklar hala popüler…
Tek taraflı habercilik anlayışıyla gerçeklik boyutu yeterince teyit edilememiş haberleri yayınlamak konusunda sicili iyice bozulan medyanın güvenirliği bütünüyle sorgulanır halde…
Bu tür bilgi ya da haberlerin hızla yayıldığı sosyal paylaşım ağlarının (facebook, twitter) içerik algoritmaları, ortak siyasi görüşteki kişileri aynı ağlarda buluşturmak üzere hazırlanmış. Biz ya da onlar ayrımcılığında tarafını seçmek zorunda kalmanın yarattığı iletişimsizlik ise karşıt düşüncelere yabancılaşmaya ve giderek insansızlaşmaya neden oluyor.
Bir editör süzgecinden geçmeye olanak tanımayan arama motorlarındaki (Google) filtreleme mekanizmaları yüzünden gerçekdışı bilgiler hızla gündemimize damgasını vurabiliyor. Her türlü bilginin kirletilmesi, iktidar ve muhalefetin farklı katmanlarında yaşanırken, aklın ötesine taştığı halde popülerlik kazanan siyasi kurgulardan etkilenmemek olanaksız.
Ne yeri ne de sınırları belli, zamanı belli belirsiz, belgesi ya da kanıtı yok ama konuyu dillendiren tarafın politikasına hizmet etmesi amacıyla kurgulanmış, gerçeğin ötesindeki kirletilmiş gerçekler!
Kimden ve nereden çıktığı belli olmayan söylentilerin, sosyal ağlardaki paylaşımı sırasında, gerçekliği üstünden değerlendirilmesi beklenir değil mi? Öyle olmuyor. Bir itişip kakışma hengamesinde tarafların haklı olup olmadığı konusuna odaklanılıyor. Asılsız olduğu kanıtlanan bilgiler bile gündemden düşürülmeyerek kendini gerçekleştirmesi sağlanıyor. Bu gibi içeriklerin dolaşımına hizmet eden siyasi katmanlar, bütün pişkinlikleriyle ‘Belgesi var elimde, açıklarsam yer yerinden oynar,’ gibilerinden söylemlerden de çekinmiyor. Sosyal paylaşım ağlarındaki dezenformasyonların kaynağının siyasal iletişimcilerin çanağını yalayarak beslenen profesyonel trollerin olduğu aşikâr.
Bilgi çağında aslı astarı olmayan, kirletilmiş, teyit edilme olanağı bulunmayan bilginin ‘Post-truth’ gerçeğinde savruluyoruz; gerçekmiş gibi göründüğü halde gerçeklerle yolunu kesiştiremeyen gerçekler…
İlk kez Sırp asıllı Amerikalı oyun yazarı Steve Tesich’in 1992 yılında, The Nation dergisinde yayımladığı yazıda ‘Post-truth’ kelimesiyle karşılaşmıştık. Ralph Keyes’in 2004’te basılan The Post-truth Era kitabıyla da yaygın olarak kullanılmaya başladı.
Biz geride bıraktığımız yılda olmazın olmazı denilen askeri darbeyle boğuşuyorduk. Bu arada kapısından içeri girebilmek için ömür tükettiğimiz Avrupa Birliği’nden, halkın tercihiyle, ayrılma kararı alan Birleşik Krallık bütün dünyayı şaşırttı. Daha şaşırtıcı olan ise okyanusun öteki tarafındaki ABD Başkanlık seçimlerinin Donald Trump’ın zaferine dönüşmesiydi. Batı dünyasında beklentilerin tersine sonuçların gerçekleştiği 2016 yılının sonlarında popülerlik kazanan ‘post-truth’ kelimesi, Oxford Üniversitesi’ne bağlı Oxford Dictionaries tarafından “2016’nın Uluslararası Kelimesi” seçilerek günlük yaşamımıza yerleşti.
Bir oyun yazarının günlük yaşamımıza dahil ettiği ‘Post-truth’ kelimesini, kıyısından köşesinden tiyatro sanatıyla ilişkilendirebilir miyiz?
Bir parçacık sanat kavramından yolu geçenler, oyun yazarının kendi dünyasında yarattığı (uydurduğu demeyi tercih ederim aslında) dramatik kurgulu tiyatro metninin, tiyatro oyuncuları aracılığıyla 2500 yıldır tiyatro seyircisine sunulduğunun farkındadır. En genel anlamıyla sahne üstündeki yanılsamayı gerçekmiş gibi kabullenen tiyatro seyircisi, aklını ya da duygularını etkileyen gösterinin tadını çıkarır. İzlediği oyunun yanardağın içinde geçtiğini söylediğinizde, sorgusuz sualsiz kabullenerek ‘Hadi canım, onlar lavların arasında yanıp kavrulurlar, kemikleri bile kalmaz,’ diyerek ahkam kesmez. Rol gereği oyuncuların birisi öldürüldüğünde, seyirciler 155’i aramaz ya da cinayet masası sahnenin önüne güvenlik şeridi çekerek olaya müdahale etmez. Oyun biter, oyuncular selama çıkar ve seyirciler alkışlarıyla beğenilerini ortaya koyar. Selamlama sırasında ‘Bu adam biraz önce gözlerimizin önünde öldürülmüştü, çelik yelekle mi sahneye çıkmıştı acaba?’ gibilerinden sorular akıllarda dolanmaz. Rol ile gerçeği ayıramayan seyircilere tiyatro tarihinde rastlasak bile ciddiye alınmaması gerektiğini biliriz. Bir sahne sanatı olarak izlemeye gelenlere sunulan oyundur çünkü; oynayan da seyretmeye gelen de tiyatro oyunun farkındadır…
Bu köklü sanatın anlamsız ve ilişkisiz biçimde, ‘Post-truth’ manipülasyonlarına malzeme yapanların “Bu bir tiyatro!”, “Tiyatrocu bunlar!”, “Tiyatro yapıyorlar!” diyerek birbirlerini suçlamasını kabullenmek mümkün değil. Biri diğerinden daha fazla temiz değil ama üstüne çamur sıçrattıkları tiyatro oluyor.
Her geçen zaman diliminde, toplumu dizayn edicilerin yaşamlarımızı daha fazla kontrol altına alındığı ‘Post-truth’ dünyada, tiyatronun nasıl biçimleneceğini zaman gösterecek ama toplumsal ve siyasal olayları yorumlayan uzmanımsıların ‘TİYATRO’ kelimesini dillerine pelesenk etmeleri sıkıntı veriyor artık…