“9. Antalya Uluslararası Tiyatro Festivali”

Bir sanat şehri olması hayaliyle yaşadığımız Antalya…
Bu topraklar tiyatroya ilham veren tanrılardan miras olduğu için nereye giderseniz gidin, antik dönemlerden kalma bir tiyatro binası yolunuza çıkar. Taş basamaklarına oturup, sahneye doğru baktığınızda, 2500 yıl öncesinin tiyatro şenlikleri gözlerinizin önünde belirmeye başlar.
Bu yıl Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü tarafından 9’uncusu düzenlenen Antalya Uluslararası Tiyatro Festivali’nin, yerli ve yabancı oyunlarına seyirci olduk. Bir zamanların Dionysos onuruna düzenlenen şenlikleriyle aynı heyecan değil ama tiyatronun büyüsünü iliklerimize kadar duyumsadığımıza kuşku yok.
Dünya tiyatrosundaki değişimleri, misafir ettiği yabancı tiyatro topluluklarının aracılığıyla Antalya seyircisiyle buluşturan tiyatro festivali, eski Antalya DT müdürü Selim Gürata’nın çabalarıyla hayat bulmuş. Geride bıraktığı yıllar içinde 43 yabancı tiyatro topluluğuna ve 31 Devlet Tiyatrolarının oyununa ev sahipliği yaparak yeşermiş. 162 tiyatro gösterisinde 96.500 seyirciye ulaşmış. Her yıl gücünü arttırarak yoluna devam eden Antalya Uluslararası Tiyatro Festivali, K. Alpay Aksum’un (Antalya DT Müdürü) önderliğinde; İspanya, Brezilya, Kazakistan, İtalya ve Gürcistan’dan gelen yabancı tiyatro topluluklarının yanı sıra İstanbul, Ankara ve Erzurum Devlet Tiyatrosunu ağırladı. Dört farklı atölye çalışması da tiyatro festivalinin başka bir rengiydi. Sonraki yıllarda etkinliklerin çeşitleneceğini, katılımcı gruplarla yapılacak söyleşilerin ya da tiyatro duayenlerinin katıldığı panellerin ekleneceğini beklemek yanlış olmayacaktır.
Bir biçimde Devlet Tiyatroları’nın oyunlarıyla yolunuz kesişir ama birbirinden ilginç gösterileriyle Antalya’nın sanat yaşamını renklendiren yabancı tiyatro topluluklarını izleme fırsatı bulamayanlar için izlenimlerimi aktarmak istiyorum.

GAGFATHER
İlk izlediğimiz yabancı tiyatro topluluğu İspanya’dan gelen Yllana oldu. Dünya genelinde tanınan ve sevilen İspanyol sanatçılar, kendileri tarafından yazılıp yönetilen ‘The Gagfather’ gösterisini sahneledi.
Bir grup kaçık polis şehre korku salan mafya çetesinin defterini dürmeye kararlıdır ama öngöremedikleri komik olaylar zinciri onları beklemektedir. İyi ile kötünün arasındaki çatışma, Yllana oyuncularının kendine has anlatımlarıyla, efsane “Baba” filmlerinden esinlendikleri 1 saat 30 dakikalık gösteriye dönüşmüş. Bu underground gösteride birkaç kez tekrarlanan “Oh My God!” dışında söz yok, gerek de yok zaten… Kara mizahın ögelerini başarıyla gösterilerine taşımışlar. Keyifli zaman geçirmek garantili. Her an izleyenleri şaşkınlığa sürüklemeyi becerdiler. Oyuna dahil olmak için fırsat kollayan Antalya seyircisi de işkence gören polisin iç organlarını bütün salonda dolaştırmayı ihmal etmedi. Polisleri canlandıran dört oyuncuyu ve selamlamada da yüzlerini göremediğimiz dört kişilik maskeli mafya çetesini ayakta alkışladık.

ELVEDA, ÖLÜ PALYAÇOLAR
İkinci olarak izlediğimiz Academia de Palhaços Brezilya’dan geliyor. Sert kalemiyle tanınan Matei Vișniec adındaki Romen yazarın ‘Bir İş için Yaşlı Bir Palyaço Aranıyor’ adlı eserini ‘Elveda, Ölü Palyaçolar’ (Farewell, Dead Clowns) adıyla uyarlamışlar. Bir ajansın sunduğu işi kapmaya çalışan üç yaşlı palyaçonun yolları, zaman ve mekan algısının yitirildiği canlı bir küpün içinde yıllar sonra yeniden kesişir. Küpün dış yüzeyine yansıtılan belgesel ve soyut görüntüler tanımsız mekanın sınırlarını belirlemektedir. Ses seviyesi yüksek elektro-akustik müziğiyle seyircilerin rahatsız olması özellikle tercih edilmiş. Bir erkek ve iki kadın palyaço, zaman atlamalı konuşmalarıyla yaşamı ve sanatı sorgulamaktadır. Bu arada geçmişleriyle de yüzleşmektedirler. Dar hücrenin içine sıkışmış itici palyaçoları izlerken, onlardan farkımızın olmadığını, seyirci olarak bulunduğumuz alanda onlar kadar sıkışıp kaldığımızın farkına varmayız. En sonunda palyaço rolünden sıyrılarak gerçek kimliklerine geri dönen oyuncular, selama çıkmak yerine günlük yaşamlarındaki gibi davranmaya başlar. Biri suyunu içerken vücut kaslarını esnetir, diğeri seyir yerinde çayını yudumlar, üçüncüsü de telefonuyla oynamaktadır. Biz ise nasıl davranacağımızı bilemez halde bizi izleyen üç insanı izleriz; ne gidebiliriz ne de kalabiliriz. Bir süre sonra palyaço rollerine dönerek oyunun kısaltılmış versiyonunu yeniden oynarlar. Bu durum daha da kısaltılmış versiyonuyla yeniden tekrarlanır ve Dodo adındaki palyaçonun “Bizi aptal yerine koyduklarının farkında değil misiniz?” sözleriyle gösteri noktalanır.
Yaşadığımız hayatın palyaçosuna dönüşmememiz için kendilerini ve bizleri uyarmaktadırlar. Biz seyirci palyaçolar ise koltuklarımıza çivilenip kaldığımızdan gereken karşılığı veremeyiz. Oyun sonrasında yönetmen José Roberto Jardim’e ikinci tekrardan önce salondan çıkmak istediğimi ifade ettim. Keşke çıksaymışım. Onların amacı da izleyicileri alışılagelmiş kalıpları kırmaya yöneltmekmiş zaten…

WOYZECK
Kazakistan’dan gelen 28 Theatre topluluğunun sahnelediği, Georg Buchner’in dünyaca tanınan Woyzeck oyunu da tiyatro dersi kıvamındaydı. Bir metin anadilinden daha etkileyici, daha özgün, daha çarpıcı sahnelenebilir mi? Bu soru oyunun sonunda konuşan Gökhan Tüzün’ün (Antalya DT Sanattan Sorumlu Md. Yd.) “Daha önceki festivallerde Woyzeck oyununu Almanlardan izlemiştik ama bundan sonra Kazaklardan izlemek gerekirmiş,” sözleriyle yanıt buluyor.
Çok yoksul olan Woyzeck tutkuyla sevdiği Marie’nin çocuğuna sahiplenmiştir. Para kazanabilmek için herkesten çok çalışıp çırpınmaktadır. Yüzbaşının bütün ayak işleri ondan sorulur. Bir tek bezelye tanesinden fazlasını yemesine izin vermeyen doktorun deneği haline dönüşmüş ve tüm kazandığını Marie’nin eline tutuşturmaktadır. Her tarafından iyilik ve ahlaklılık fışkıran Woyzeck’in, taşımakta sıkıntıya düştüğü sağrıları başlar, gerçek ile aklında dolaşanlar birbirine karışır ve yaşamı sorgulamaya çalışırken sorguladığı yaşamın içinde kaybolup gider Woyzeck…
Son söz de emperyalist çıkarları doğrultusunda başarılı bir cinayet işlediklerini paylaşmaktan çekinmeyen doktordan gelir: “Neden yaratıldığını unutma Woyzeck; toz kum pislik…”
Bir bezelye tanesine dönüştürdüğü Woyzeck’in varoluş yolculuğu üstünden, vahşi kapitalizmin yaklaşmakta olduğunu anlatan yönetmen Dina Zhumabayeva’nın yorumunu, 1 saat 30 dakika boyunca nefesimizi tutarak izledik. Su, ateş, toprak ve hava metaforları oyun boyunca başarıyla kullanılmış. Oyunun dörtte biri sağanak yağış altında geçiyor. Woyzeck çamura dönüşen zeminde yeniden doğuşun mücadelesini veriyor. Marie’yi de alışılagelmiş yorumlarda olduğu gibi bıçaklamak yerine boğarak öldürmüş. Toz, kum ve pislikten Marie’nin bebeğini oluşturmuş. Çok etkileyici sevişme sahnesinde, bando çavuşunun bakış açısını Marie’nin üstüne attığı paltoyla anlatmış.
Birlikte oyunu izlediğimiz yazar arkadaşım “Ben böyle şey görmedim arkadaş… Buchner görseydi 28 Theatre’ı ayakta alkışlardı. Bu festival bütün alkışlar Kazakistan’a…” diyerek Kazakların hakkını verdi.

ÇERÇEVE
Bu kez Güney İtalya taraflarından festivale katılan Koreja Theatre’ın olaylar dizisi veya sonu olmayan Çerçeve (Frame) oyunundayız. Dört duvardan oluşan mekanda kırmızılı kadının hikayesiyle başlayan sözsüz tiyatro gösterisi, nereye gideceği belli olmayan hikayenin peşinden bizleri de sürüklüyor. Arkası arkasına eklenen olayları birbirine bağlamaya çalışırken izlediğimiz oyunun dramatik kurgusunun olmadığını kavrıyoruz. Amerikalı ressam Edward Hopper’ın resimsel evreninde dolaşmaktayız. Bir tablosundan diğerine taşınıyoruz. Ressamın çalışmalarında görülen modern kent yaşamının boşluğu teması başarıyla oyuna yansıyor. Onun eserlerindeki sinemavari geniş kompozisyonlar, ışığın dramatik kullanımı ve karanlık fırça darbeleri 60 dakikalık oyunun bütününe hakim. Biz de Edward Hopper’ın tablolarından oluşan deneysel tiyatro oyununun seyircisi olmaktan memnunuz doğrusu…

ÜÇ KIZ KARDEŞ
Son izlediğimiz tiyatro topluluğu ise Gürcistan’dan gelen Vaso Abashidze Profesyonel Müzikal Komedi ve Dram Tiyatrosu oldu. Bir dramaturji üstadı olarak bilinen ve kelimeleri kullanma becerisiyle tiyatro oyunlarını ölümsüzleştiren Anton Çehov’un, Üç Kız Kardeş oyununu sundular. Her şey iyiydi, hoştu ama büyük yazarın oyunda söz yoktu. Söz olmadan sahnelenen Üç Kız Kardeş! İlginç değil mi? Anton Çehov’un büyülü kelimelerini oyundan çıkarıp attığınızda Üç Kız Kardeş’ten geriye ne kalır dersiniz? Bu sorunun yanıtını merak edenlerin bizlerle birlikte tiyatro salonda olmalarını isterdim. Çok şey kalıyormuş meğerse… Bir tiyatro oyunu, sağlam temeller üstüne kurgulandığında, sözleri bütünüyle çıkarsanız bile duygularını söküp atamıyorsunuz, beden dili daha da öne çıkıyor ve öyküyü seyirciye taşıyan koreografinin işlevselliği artıyor. Yönetmen Konstantin Purtseladze’nin rejisinin peşinden sürüklenmemek olanaksız. 1 saat 10 dakikalık tiyatro oyununda zaman su gibi akıp gidiyor ve üç kız kardeşin gidememe durumunu yüreğinizde duyumsuyorsunuz.