“Hangi tragedya derken…”

Bir tiyatro oyunu okuma isteği düştü aklıma; nedensizce, öylesine…
Yaz aylarının gevşekliğinden mi bilemiyorum ama hangi oyunu okuyayım diye bana bakan tiyatro oyunlarının karşısında oynaşıp duruyorum. Bir biçimde yolumun kesiştiği yazarların okunmayı ve yorumlanmayı bekleyen tiyatro oyunları gözümün önünde ama görev sorumluluğuyla oyun okumak istemiyorum. Daha başka bir şey olmalı; eskiden okuduklarımdan biri mesela…
Ama hangisi?
“O… Bu… Şu…” derken, temmuz ayının sonlarında gittiğim Behramkale’yi düşünürken yakaladım kendimi.
Assos’taki taşların dokusu Akdeniz’deki antik kentlerin mermerlerinden oldukça farklıymış. O yörenin volkanik yapısı, Assos antik şehrine bambaşka bir atmosfer kazandırmış. Bir zamanlar Aristoteles’in hocalık yaptığı şehrin sokaklarında dolaşmak, onun ayağını bastığı yerlerde yürüdüğümü hayal etmek ya da tragedyayı tanımlayışını dinleyenlerin yerine kendimi koymak hoş bir duygu…
“Tragedya ahlaki bakımdan ağırbaşlı, başı ve sonu olan, belli bir uzunluğu bulunan bir hareketin taklididir; sanatça güzelleştirilmiş bir dili vardır; içine aldığı her bölüm için özel araçlar kullanır, hareket eden kişiler tarafından temsil edilir, bu bakımdan tragedya salt bir hikaye (mythos) değildir. Tragedyanın ödevi, uyandırdığı acıma ve korku duyguları ile ruhu tutkulardan temizlemektir (katharsis). Sanatça güzelleştirilmiş dil deyince, harmoniyi, yani şarkıyı, mısra-ölçüsünü içine alan bir dili anlıyorum. Her bölüm için özel araçlar kullanılır deyince de, bazı bölümlerde yalnız ölçünün, bazı bölümlerde ise aynı zamanda müziğin ve şarkının kullanılmasını anlıyorum…” diyen hocaların hocası Aristoteles’in ve onu hayranlıkla dinleyen öğrencilerinin bakışları gözlerimin önünde beliriyor.
Bu sözlerin çoğu aklınım bir köşesinde yer etmişti ama tam olarak doğrusuna ulaşabilmek için 80’li yıllarda öğrencisi olduğum Prof. Dr. Sevda Şener’in ‘Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi’ kitabının sayfalarını karıştırdım.
İ.Ö. 384 yılında dünyaya gelen Aristoteles’in Poetika’sındaki tragedya tanımı üstünden; Antik Yunan tragedyalarının konusunu, konunun biçimlenişini, konunun anlatım aracı ve biçemi ile seyirci üzerindeki etkisini ve dolayısıyla hayattaki işlevi hakkındaki bilgileri yeniden anımsadım. Aristoteles tragedyanın konusunu ‘Ahlaki bakımdan ağırbaşlı’ olarak tanımlamıştı. Biçimini anlatmak için ‘başı ve sonu olan, belli bir uzunluğu bulunan’ tanımını kullanmıştı. Hareket eden kişiler tarafından temsil edilmesi biçemini belirliyordu. Tragedyanın işlevi ise ‘uyandırdığı acıma ve korku duygulan ile ruhu tutkulardan temizlenmesi’ olarak açıklamaktaydı. Ayrıca dil, müzik ve şarkı üstünden tragedyanın anlatım araçları hakkında da bilgi vermekteydi.
Bir temmuz ayında (22.07.2014) sonsuzluğa uğurladığımız Sevda Hoca’ya “Sizi hangi dönemin tiyatrosu daha fazla etkiliyor hocam?” diye sorduğumda, biraz düşünüp, “Antik Yunan tiyatrosu galiba,” deyişini anımsayarak, Antik Yunan tragedyalarından birine ruhumu teslim etmek ya da komedyalarının arasında kıkırdayarak kaybolmak istedim.
İlk aklıma gelen tragedya Sofokles’in Antigone’si oluyor ama aynı oyunundan uyarlayarak yazdığım ‘Akrep Onuru’ adındaki oyunumun üstünde çalışırken, onlarca kez okuduğum koşuk tiyatro diliyle yazılmış sözleri ezbere biliyorum zaten…
Bir başka temmuz ayında aramızdan ayrılan (18.07.2012) oyunculuk hocamız Ergin Orbey’in sahneye koyduğu ‘Tartışmalı bir tragedya; Antigone’ oyununda yaşadıklarımız aklımdan gelip geçiyor: O yıllarda Rumeli Hisarı’ndaki antik tiyatroda düzenlenen Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivaline Kreon’u oynayan arkadaşımız sahnede bayılmış, ne yapacağını bilemeyen oğlu Haimon karşısında kalakalmıştı. Koroyu canlandıran bizler de elimizdeki mızrakları bırakarak yardımına koşamamıştık. Bu durumun mizansen olmadığını anlayan seyircilerin arasındaki doktorun müdahalesiyle oyunumuz kesilmiş ve tedavi sonrasında kaldığımız yerden devam etmiştik.
Bir başka Antik Yunan tragedyasını elime alıp okumak yerine, geride bıraktığımız tiyatro sezonunda, İstanbul Devlet Tiyatrosu’ndan izlediğim Işıl Kasapoğlu‘nun yönettiği Elektra oyununun galasında yaşanılan aksiliğe doğru uzanıyorum: O akşam oyunun yönetmeni salonda değildi ama keyifli bir tragedya izlemeye gelen seyirciler salonu doldurmuştu. Oyunun büyüsünün bozulmasını istemeyen yönetmen iki saatlik oyunu tek perde olarak izlememizi tercih etmişti. Babasından intikam almanın hırsıyla yanıp tutuşan Elektra’nın tiratları seyirciyi yormaya başladığı dakikalarda spotların biri alev aldı. Bir kıvılcımla başlayan ve giderek büyüyen alevler spotun önünü kaplarken, durumun farkında olmayan oyuncu Elektra’yı yansılamaya devam etti. Biz de oyunun atmosferini bozmamak için ufak tefek kıpırdanmalarla durumu izliyor, bir yandan kulisten müdahale edilmesini beklerken, diğer taraftan yangın büyüdüğünde nasıl kaçacağımızın hesaplarını yapıyorduk.
Bu duruma daha fazla direnemeyen seyircilerden birisi ‘Spot yanıyor!’ diyerek oyuncuya seslendi.
Tragedyanın akışının bozulmasını tercih etmeyen sahnedeki oyuncular uyarıyı duymazlıktan gelerek oynamayı sürdürmeye çalıştı ama uyarıların çoğalmasıyla oyun durdu. Biz hâlâ kulisten gelecek görevlilerin yangın söndürücüyle duruma müdahale edeceği beklentisindeydik. Bu beklenti karşılık bulmayınca seyircilerin biri kot montunu sahneye fırlattı. Ön sıradaki seyircilerden biri de kot montu spota doğru fırlatarak yangını kontrol altına almayı başardı. Seyircilerin performansı Bertolt Brecht’e şapka çıkartacak türdendi. Oyun kaldığı yerden yeniden başladı ama tadının bütünüyle kaçtığını anlatmaya gerek yok.
Hangi tragedya derken, Behramkale’den Aristoteles’e, Sevda Şener’den Ergin Orbey’e, Antigone’den Elektra’ya uzanan bir çağrışımlar silsilesinde buldum kendimi…