ANTALYA 11. ULUSLARARASI TİYATRO FESTİVALİ

Ah be pandemi…

Bir süredir geçmişin arşivlenmiş tiyatro oyunlarıyla ya da ‘Canlı Yayın’ başlığı adıyla arşivlenmeye yönelik kaydedilen tiyatro gösterileriyle kendimizi avutuyoruz. Bu tür dijital gösterilerin, pandemi koşullarında ‘dostlar alışverişte görsün’ diye yapıldığını hemencecik unutuverdik. İnternet üstünden izlediğimiz kayıtların tiyatro olduğunu savunanlar bile var.

‘Ya sabır!’ diyerek geçelim.

Aynı pandemi döneminde tiyatro topluluklarının yasaların tanımladığı kurumsal kimliklerle kendini tanımlamak istemediğini, kısıtlı bütçelerinin tiyatrodaki emekçilerin sosyal güvenliğini karşılamaya yetmediğini, tiyatrocuların örgütlenmeyi beceremediklerini, bunun yerine bireysel olarak ‘Açız!’ diye devlete feryat figan ettiklerine, devletin örgütsüz tiyatrocuların feryatlarını umursamadığına ve kamu kurumlarına sırtını yaslayan tiyatrocuların da ‘konuk oyuncu’ olarak durumu izlediğine tanık olduk.

Bu arada gücünü kamu kurumlarından alan Gaziantep Büyükşehir Belediyesi ile İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından kurulan tiyatrolar da yaşamımıza girdi. İki tiyatrodan da ‘temcid pilavı’ halini almamış yaratıcı oyunları ve uluslararası ölçekte ortaya koyacakları sanatsal çalışmaları heyecanla bekleyeceğiz.

ANTALYA’DA TİYATRO FESTİVALİ

Antalya Devlet Tiyatrosu Müdürü K. Alpay Aksum’un “Tüm dünyanın içinde bulunduğu şu zor günlerde pandemi sürecinin etkilediği yaşamlarımızda bir nefes, bir can ve bir heyecan olma umudu ile Devlet Tiyatroları, Antalya 11. Uluslararası Tiyatro Festivalimizle sizlere merhaba demenin mutluluğu içindeyiz,” sözleriyle tiyatro festivali başladı.

Çok fazla tiyatroya susamış seyircilerin arasına karışarak, 21 Haziran-1 Temmuz 2021 tarihleri arasında, Haşim İşcan Kültür Merkezi’nin önündeki açık hava sahnesinde, ikisi yerli, ikisi yabancı tiyatro topluluğunun dört oyununu izledim. Ana yolun kenarına kurulan açık hava sahnesini, sahnenin ortasından geçiyormuş efekti yaratan araçların gürültüsünü, ezan seslerini, sosyal mesafe kuralına uygun olarak yerleştirilen plastik sandalyelerin yarattığı iletişimsizliği, sokağa çıkma yasağı nedeniyle oyunların gün ışığında başlayıp karanlıkta bitmesini umursamadan oyunları izlemeye çalıştım.

O halde neleri umursadım?

Bu festivalin yerli oyunları bilerek ya da bilmeyerek roman uyarlamalarından seçilmiş. Çok sayıda özgün tiyatro oyunu yazmış birisi olarak (ve hatta bunları ikisinin DT repertuvar havuzunda yıllardır durmakta) aklımda dolanan huzursuzluğu paylaşmak isterim:

Çok zorunlu olduğunu savunmuyorum ama ‘uluslararası’ olarak düzenlenen devletin tiyatro festivaline, Türkiye adına katılan oyunları neden roman uyarlamamalarından seçmiş olabilirler ki?

Bu da yetmezmiş gibi uyarlamaların diğeri de neden Rus edebiyatından tercih edilmiş?

Bu festivale hasbelkader yolu düşen yabancı tiyatro insanları “Ne alaka?” diye sorduğunda “Sanat evrenseldir,” falan mı denilecek?

Siz İspanya’da düzenlenen bir tiyatro festivaline katıldığınızda, İspanyolların, Fransız romancı Honore de Balzac’ın Vadideki Zambak’ını uyarlayarak sahnelemelerini mi beklersiniz mesela?

Bu festivali izleyen yabancı tiyatro insanları, Türkiye’de yazılan özgün tiyatro eserlerinin festivale katılabilecek nitelikte olmadığını, bunun için roman uyarlamalarıyla Türkiye’yi temsil ettiklerini ve hatta yerli romanların da yeterli olmadığı için çeviri roman uyarlamasını tercih ettiklerini düşünerek ülkelerine dönmüştür herhalde…

Bu arada Devlet Tiyatroları Genel Müdürlerinin yerli oyun yazarlarını özendirmek için yaptıklarını da oyunların seçimini yapanlara hatırlatmak isterim. Çok fazla devletin tiyatrosu çabalıyor ama her şeyin en iyisinin yetiştiği Anadolu topraklarında, yönetmenin iyisi, oyuncunun iyisi yetiştirildiği halde yerli oyun yazarı yetiştirilemiyor demek ki…

Bu öznel yazar alınganlığını bırakarak 11. Uluslararası Antalya Tiyatro Festivali’ne katılan tiyatro oyunlarını nesnel olarak değerlendirmeye geçelim isterseniz.

YERLİ TOPLULUKLAR

İlk romanımızın yerli ve milli yazarı, devlete karşı muhalif görüşlerinden dolayı acımasızca öldürüldüğü yetmezmiş gibi bir mezarın bile çok görüldüğü Sabahattin Ali. Kürk Mantolu Madonna romanı da Türkiye’nin en fazla okunan romanlarının başında geliyor.

Romanın kahramanı Raif babasının isteği üzerine sabunculuk mesleğini öğrenmek üzere Berlin’e gönderilmiştir. Sanata ilgisinden dolayı galerileri dolaşırken ressam Maria Puder’le tanışır. Onunla arkadaşlığı tutkulu bir aşka dönüşür. Bu aşkı yazıya döktüğü defteri arkadaşı Sabahattin okuyacak ve okuduklarını bizlerle paylaşacaktır. O dönemin Türkiye’si hakkındaki yazarın muhalif görüşleri tiyatro oyununda pek yer bulamasa da romanın satırları arasına incelikli olarak yerleştirildiğini unutmayalım.

Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nun sahnelediği Kürk Mantolu Madonna oyununu, Nilbanu Engindeniz oyunlaştırmış, Uğur Çınar tarafından da yönetilmiş. Bir lirik anlatım içinde romanı seyirciyle buluşturmak isteyen yönetmen, eski Türk filmlerinin anlatım dilini kullanmış. Birçok sahneyi de siyah beyaz sinema sekanslarıyla tiyatro sahnesinin gerisindeki fon perdesine yansıtmış. Biz açık hava tiyatrosundaki plastik sandalyelerde oturduğumuz için yazlık sinema duygusunu fazlasıyla yaşadık ama tiyatro seyircisi olduğumuzu da unutmadık. Sinema perdesi ile tiyatro sahnesi arasındaki gidiş gelişlerin hedeflenenin aksine oyunun yanılsamasını bozduğunu düşünüyorum. Fon perdesinin gerisinde canlandıran sahnedeyse oyun alanındaki devasa boşluk ister istemez gözümüze battı. Bu gibi dengesizlikler nedeniyle, Kürk Mantolu Madonna’nın tiyatrodan sinemaya, sinemadan tiyatroya taşınması yerine, Sebahattin’in elindeki not defterinin okunmasını, ara sıra da Raif’in yaşlılık haliyle Sebahattin’in sohbet etmesini tercih ederdim. Kürk Mantolu Madonna uluslararası tiyatro festivalinde karşıma çıkmasaydı, biraz daha sempatiyle yaklaşabilirdim ama klasikleşmiş romanları, altında ezilmeden sinemaya ya da tiyatroya taşımak yazarlar ve yönetmenler için hiç de kolay bir iş değil.

Bu tiyatro oyununun arkasından Ankara Devlet Tiyatrosu’nun sahnelediği roman uyarlamasını izlememiş olsaydım keşke…

Neden mi?

İkinci romanımızın sınırlar ötesi yazarı, Rus Çarı’nın yönetimine ve kilisenin bağnazlığına meydan okumaktan çekinmeyerek, Komünizmin yaratıcılarına esin kaynağı olan Lev Nikolayeviç Tolstoy. Anna Karenina da dünyanın en fazla okunan romanlarından. Bize 19. yüzyıl aristokrasisinin arasından seslenen yazar, elit sınıfın ilişkiler ağını, Anna Karenina’nın Kont Vronski’ye tutkulu aşkının üstünden anlatıyor. Bu romanı Helen Edmundson uyarlamış, hocaların hocası Cevat Çapan’ın şairane diliyle Türkçe’ye çevrilmiş ve İpek Atagün Gezener tarafından başarıyla yönetilmiş. Koreograf Aslı Güneş Sümer’in çalıştırdığı dansçılar ve oyuncular özel bir alkışı hak ediyor.

İlk bakışta dans tiyatrosunu anımsatan koreografiler, dansın dışına çıkarak Tolstoy’un kelimelerine dönüşmüş. Hem klasik anlamda dans sahneleri hem de dansa dönüşen sahne trafiği, sahne geçişleri, danslarla bütünleşen dekorlar ve aksesuarlar oyunun akışı içinde etkileyici olarak kullanılmış. Bütün bunların yönetmen ile koreograf arasındaki uyumun yansıması olduğunu düşünüyorum. Gerçekçi dönem anlatısıyla yazılmış romanın dilini darmadağın hale getiren yönetmen, çağdaş tiyatro seyircisinin beğenisine uygun olarak toplamayı başarmış. Onun sahne üstünde yeniden yarattığı Anna Karenina, daha önce izlediğimiz uyarlamaların önüne geçerek usta işi olmuş.

YABANCI TOPLULUKLAR

Yalnızlar ve Yalnızlık…

İki ayrı kültürün birbirine benzer isimlerle karşımıza çıkan oyunların özü de birbirinden farklı değil. İkisi de çağdaş insanın nasıl yalnızlaştığına dikkat çekiyor. Bu oyunları izleyenlerin, gösteriler sırasında ya da evinde başını yastığına koyduğunda, kendi yalnızlıklarını yeniden sorguladığına eminim.

İspanyolların Kulunka Tiyatrosu ‘Yalnızlar’ oyunu evrenselden yerele yönelmiş. Çok yaşlı adamın yaşamı, karısının talihsiz ölümüyle kaosa dönüşür. Bir sinekle yalnızlığını paylaşmaya çalışacak kadar çaresizleşmiştir. O kadarına bile izin verilmez. Yönetmen iletişimsizliğin yabancılaşmaya, yabancılaşmanın da insansızlaşmaya dönüşünü tek bir söz kullanmadan, kimi zaman hüzünlendiren ama çoğunlukla da güldürmeyi tercih eden sahnelerle anlatıyor. Üç kişilik oyuncu kadrosuyla birçok karakteri sahneye taşıyorlar. Çok sayıda uluslararası övgü ve ödül kazanan maske tiyatrosu Antalya’nın tiyatro seyircisi tarafından da beğeniyle izlendi.

Makhambet Kazak Akademi Dram Tiyatrosu’nun yönetmeni Mukangali Tomanov, Kazakistan’ın önemli tiyatro yazarı Rakhymzhan Tomanov’un ‘Yalnızlık’ isimli oyunuyla yerelden evrensele yönelmiş. Çok erken yaşlarda annesinin ölümüyle yalnızlaşan oyunun kahramanı, yaşam boyu yalnızlığından yorgun düşmüştür. Annesinin gittiği dünyaya ulaşabilmek için uzun bir yolculuğa çıkar. Onun ölüme yolculuğu öteki dünyadaki yakınları tarafından takip edilmektedir. Annesi de onların arasındadır. Oğlunu engellemeye çalışan kadının kadere karşı koyması olanaksızdır. Bu tiyatro oyununda diyalog olmasa da yorucu olmayan monologlarla kahramanın yolculuğuna eşlik ettik. Ben batının tiyatro anlayışı içince kendimizi tekrarlamaktan sıkıldığım için Orta Asya steplerinin kodlarıyla evrensele uzanan, Kazakistan’ın ‘Yalnızlık’ oyununu diğerlerinden daha ilham verici buldum.

Son sözümüz de K. Alpay Aksum başta olmak üzere, tiyatro festivalinde görevli arkadaşlarımızın, profesyonel ilgilerine ve özverili çabalarına teşekkür etmek olsun.