Atlantik’in Kışkırtıcı Yüzü; Portekiz

Bu yazımızda da Nerissa adındaki katamaranla yaptığımız yolculuk Atlantik kıyılarında devam ediyor…
Ağustos ayının yirmi dördüncü günü…
İsi sisli sisi puslu bir Portekiz gününde, okyanus dalgalarında yunuslarla oynaşmamız geride kaldı. Aşkın şaraba dönüştüğü Porto’ya doğru Douro Nehri’nde ilerliyoruz. Douro Vadisi’nin güneşli bağlarında yetişen Porto bölgesinin üzümleri, beş yüzyıldır Douro nehrinin kıyılarına teraslanmış ‘Quinta’ denilen şaraphanelerde işleniyor. ‘Barcos Rabelos’ denilen yelkenli nehir tekneleriyle liman bölgesine taşınıyor. Şarap depolarında yıllanmaya bırakılıyor. Zamanı geldiğinde liman bölgesindeki depolarda şişelenerek dünyaya dağıtılıyor.
Bu bölgenin şarapçılığa verdiği önemi göstermek isteyen Portekizliler, 18. Yüzyılda çıkarılan bir kanunla, Porto şarapların kalitesini koruma altına almış. Aynı titizliği günümüzde de sürdürerek Porto Şarapları Enstitüsü’nü kurmuşlar. Yeni şarap markalarının analizini burada yapıyorlarmış. Kalitesi uygun olanlara bandrol onayı veriliyormuş. Her yıl binlerce ürünün numunesini piyasadan toplayarak kalite kontrolünden geçirmektelermiş. Kalitesinden şüpheye düşülenlere ‘karbon 14 testi’ bile yapılıyormuş.
Porto şaraplarının tarihini biraz daha kurcalamak isterseniz, Gaia bölgesindeki tanınmış şarap markalarının mahzenlerini dolaşın. Üretim süreçleriyle ilgili bilgilendirme turlarında, şarap markasının geçmişi hakkında bilgiler edinip, birbirinden farklı şarabın tadına bakabilirsiniz. Yüksek alkollü, tatlı ve buruk şarapların belleklerden silinmesi kolay değil. Cam fanusun arkasından 5.000 Euro değerindeki şarabın şişesini görmek bile ayrı bir keyif! Bu konuyla daha fazla ilgileniyorsanız da Şarap Müzesi’nin (Museu do Vinho do Porto) on sekizinci yüzyıldan kalma binasını ziyaret etmenizde, Porto şaraplarıyla ilgili belgeleri ve objeleri incelemenizde fayda var.
Bir parça çakırkeyif halimizle Gaia bölgesinin sokaklarındaki cıvıl cıvıl ziyaretçilerin arasına karışarak Porto’yu tanımaya devam ediyoruz. Dar sokaklar gezmekle tükenecek gibi değil! İç içe geçmiş taş binaların hangisine bakacağımıza, azulejo denen duvarlardaki rengarenk seramik süslemelerden hangisinin fotoğrafını çekeceğimizi bilemiyoruz.
İki yakayı birbirine bağlayan çelik konstrüksiyonlu Dom Luis Köprüsü’nü geçerken Porto’yu neden kendi kültürüme yakın bulduğumu anladım. Bir Avrupa Birliği ülkesinde olduğumuz halde köprüden atlayan gençlere polisin müdahale etmemesi, gençlerin atlayış öncesinde bahşiş toplamaları, para vermeyen turistlere sataşmaları ‘Memleketlerinden İnsan Manzaraları’ dedirtecek türdendi.
Çan sesleri ve pitoresk nehir manzarası eşliğindeki atlayış kazasız belasız gerçekleşti. Biz de köprünün karşı yakasındaki UNESCO Dünya Mirası Listesinde yer alan Ribeira bölgesine uzandık. Bu bölgede Sé Katedrali, Portekiz Fotoğrafçılık Merkezi, Borsa Sarayı, Clérigos Kulesi ve Clérigos Kilisesi görülmesi gereken yerlerin başında geliyor. Birbirinden renkli evlerin alt katlarındaki kafelerin, restoranların ya da minik hediyelik eşya dükkânların arasında da keyifli zamanlar geçirebilir. Dar sokakların birinde deniz mahsulleri ve tatlı Porto şarabıyla günün yorgunluğunu geride bıraktık.
Bir sonraki durağımız ise Portekiz’in Atlantik kıyısındaki başkenti Lizbon oldu. Bizim gibi denizden gelenleri selamlayan Kâşifler Anıtı, Vasco de Gama, Macellan ve daha birçok ünlü kâşifin Lizbon’dan çıktığını hatırlatıyor. Tejo nehrinin oluşturduğu haliç üstüne kurulan Lizbon’a, 25 Nisan Köprüsü’nün uğultusundan geçerek ulaşıyoruz. Geceyi geçirdiğimiz Marina Alcantra’ya kadar uzanan uğultu gerçekten ürkütücü! Tüm günümüzü lojistik ihtiyaçlarımızı tamamlamakla geçirdiğimiz için şehrin güzelliklerini dolaşmaya zamanımız kalmıyor. Son Portekiz gecemiz de A Marisqueira Do Lis’de deniz mahsulleriyle takviye edilmiş yengeç menüsüyle noktalanıyor.
Bir sonraki yazımızda ise Atlantik okyanusunu geride bırakarak, Akdeniz’e doğru uzanacağız.