“Bir dost, bir köpek, bir yat”

Bir dost…
Bu dostumu anlatmaya çalışırken ‘Kırk bin nüfuslu Antalya yıllarının tanınmış ailelerinden birinin oğlu,’ diyerek, ayrıntılarla zaman yitirmeden konumuza girelim…
Bir köpek…
Bu dostumun köpeklerinden biri Birleşik Krallık kökenli; iki karış uzunluğunda, bir karış yüksekliğinde, akıllı mı akıllı, sevimli mi sevimli, yeri geldiğinde kendinden büyüklere meydan okuyan, kimi zaman boyunun ölçüsünü alan, kimi zaman cahil cesaretine karşılık bulan…
Bu Yorkshire teriyerinin adı da Miço…
Dostumun çocukluk yıllarında dalgıçlıkla başlayan deniz sevdası, ilerleyen yaşlarda yatçılık tutkusuna dönüşmüş. Miço’nun adı da deniz tutkusunun bir yansıması olsa gerek.
Üç kafadar, geride bıraktığımız ayın başlangıç günlerini, dostumun on üç metrelik yatında geçirmiştik. Keyifli bir haftaydı. İlk günlerimizde yağmura ve rüzgara yakalanmış olsak da finali güneşli günlerle tamamlamıştık. Akdeniz’in kışkırtıcı koylarını başka bir yazıya bırakarak, insan ile köpek arasındaki dostluğa geri dönelim.
Uzun yıllardır hayvanlara karşı duyarlılığına yakından tanıklık yaptığım, kendi köpeklerine gösterdiği yakınlığı sokaklarda yaşayan hayvanlara da gösteren dostumun yattaki davranışları görülmeye değerdi.
Pek fazla yatlarda dolaşmaktan hoşlanmazmış köpekler. Sağlamca toprağa basmak varken, ceviz kabuğu gibi dalgaların arasında çalkalanmak istememelerini anlayışla karşılamalı. Bizim Miço için deniz ya da kara fark etmiyor. En büyük huzursuzluğu gökyüzünde anlamsızca gürültü kirliliği yaratan havai fişekler! Yaz düğünlerinin yoğunluğundan dolayı hafta sonunu geçirdiğimiz marinada fazlasıyla taciz atışına maruz kaldı. Birkaç günümüzü geçirdiğimiz marinada, Miço’nun tuvalet saatleri, keyifli bir yürüyüş için bahaneydi. Bazen bisikletlere binerek tur atma keyfimizi uzaklara taşıdık.
Hep marinada kalmadığımız için Akdeniz’in cennet koylarından birinin ortasına demirlediğimiz günlerin nasıl yaşandığını da sizler hayal edin.
Gökyüzünün lacivert sonsuzluğundan yıldızların göz kırpışlarını izlerken ve gördüklerimizin büyüsüne kendimizi teslim etmiş bir halde içkilerimizi yudumlarken, ha devrildik, ha devrileceğiz derken dostumun ayağa kalkışını, Miço’yu kucağına alarak minik botuyla yattan ayrılışını, gecenin karanlığını umursamadan kayaların arasında yanaşacak bir yer arayışlarını, karaya çıkışlarını, birkaç dakikada Miço’nun tuvalet ihtiyacı tamamlandıktan sonra aynı eziyetlere katlanarak geriye dönüşlerini kolay kolay unutmayacağım herhalde…
“Ay ne şirin şey!” diyerek dokunup hoşlanan hayvanseverlerin haddi hesabı yok ama limitsiz sevebilmek başka bir şey olmalı…