Kemal Aydoğan’la pandemide tiyatro

En başından beridir gelip geçecek diye umudumuzu korumaya çalıştığımız pandemi gelmesine geldi ama bir türlü geçip gitmek bilmiyor. Bu süreçte sanat bile başkalarının sorunlarıyla uğraşmak yerine kendi canının derdine düştü. Yeni bir dünyanın habercisi olarak karşımıza çıkan pandemi döneminin anlatmaya çalıştığı şey ne? Bundan sonrası için yaşamı nasıl algılamalıyız? Hazırlıksız yakalandığımız değişim sürecini yeterince sorguladık mı? Sis bulutunun arkasındaki değişimi toplumun ilerisinde olması gereken sanatçılarımız görebiliyor mu? Bu gibi sorular üstüne Moda Sahnesi’nin kurucularından Kemal Aydoğan’la sohbet ettik. AÜ DTCF Tiyatro Bölümü’nde birlikte okuduğumuz sınıf arkadaşımla ‘pandemide tiyatro’ sohbetimizi buradaki satırlara sığdırmak olası değil ama birazını paylaşmak istiyorum.

Kemal Aydoğan: Pandemi ve tiyatro ilişkisi bağlamında tiyatro sanatı adına yaklaşık 6-7 aydır düşünüyoruz. İcraat yapmaktan çok düşünmeye yönelik zamanlar oldu. Bu arada bildiğimiz eski sahne hayatı içinden ‘Babamı Kim Öldürdü’ oyununu çalıştık. 17 Eylül’de sahnelemeye başlamıştık ama yeni kapanmalar gündeme geldi. Bir tarafından tiyatro yapıp diğer taraftan da tiyatro adına düşmeye devam ettik. Tiyatro nasıl bir sanattır? Hangi koşullarda gerçekleşir? Biz ona ne zaman tiyatro deriz? Mesela ekranda gördüğümüze tiyatro diyor muyuz? Diyebilir miyiz? Bize tiyatroyu iki oyuncu ve bir seyircinin karşılıklı geldiği; hatta iki oyuncu demek için ‘diyaloglu sanat’, ‘diyaloglu tiyatro’ diye öğretmişlerdi. Bir oyuncu ile bir seyirci bile yeterli, anlatı tiyatrosunda ama karşılıklı olarak aynı mekanda bir araya gelmeleri gerekiyor. Çünkü bir mekanda iki insan bir araya gelince topluluk oluyor. İnsanın hala topluluk olma fikrine ihtiyacı var.

A. Kadir Bozkurt: Bizi yönetenlerin tiyatro algısı biraz daha farklı galiba?

Kemal Aydoğan: Bunu böyle algılama ya da algılatma süreci de var. Bütün sistem onun üzerine döndü. Kültür ve Turizm Bakanlığı “Siz oyununuzu gönderin biz de size bir bedel ödeyelim, insanlar da onu izlesin,” diyerek pandeminin sorumluluğundan sıyrılmaya çalışıyor. Belediyenin “Artık bizim tiyatromuz seyircisiz tiyatro, çevrim içi oluyor,” gibi söylemleri de komik geliyor. Bu çağda hayal edilmemesi gerekenler, sanki bu bir çözümmüş gibi önümüzde duruyor, ilginç yani… Bu kapamalar döneminde ekonomik sıkıntısını aşmak için ya da yaşayabilmek için bir takım çevrim içi faaliyetler, eğer bu süreçle sınırlı kalacaksa, bence bir sıkıntı yok ama bunun tiyatro sanatı olmadığına dair çok net bir fikrim var.

A. Kadir Bozkurt: Moda Sahnesi’nde süreç nasıl ilerleyecek?

Kemal Aydoğan: Biz de oyunumuzu göstermek adına bir şeyler yapmaya başladık.  Bizimki canlı olanı naklen seyircimize aktarmakla ilgili. Canlı performansta tiyatro hala canlılığını korur diye düşünüyoruz. Onu naklen yapmadığımızda, kaydedip montajladığımızda, niteliksiz TV dizisinden öte de bir şey olmaz zaten. Bu dönemdeki işlerde ekonomik problemi çözmenin anahtarı diye belki kullanılabilir ama virüs geçtiğinde hemen çöpe atılmalı. Bunun dışında bazı arkadaşların denediği dijital ve tiyatronun bir araya geldiği çalışmalar var. Ezberimizdeki tiyatro gibi olmayan ama dijitalin imkanlarıyla kurulan yeni şeylerin araştırmasını yapıyorlar. Ekrana tiyatronun kaydını çekip vermek gibi değil de ekranın ya da dijital ortamın olanaklarıyla bir oyun dünyası, bir iletişim ruhu yakalayabilme adına birtakım çabalar var.

A. Kadir Bozkurt: Biz yaşadığımız çağı iletişim çağı olarak tanımlıyoruz ama ‘iletişim çağında’ değil de ‘iletim çağında’ yaşıyoruz. İletişim aygıtlarını da iletim aygıtları olarak tanımlamak gerek. Ana akım medya ya da televizyon adını verdiğimiz aygıt da yalnızca egemenlerin adına iletim yapıyor. Bu denge internet sayesinde biraz bozuldu galiba. Pandemi döneminde yapılan canlı yayınlarda iletilenlerle doğrudan iletişime geçme olanağı tanıdı. Senin de sözünü ettiğin gibi 2500 yıldır tiyatronun temeli seyirci ile oyuncunun iletişimine dayanıyordu. Geldiğimiz noktada tiyatroyu da iletim aracına dönüştürsek nasıl olacak bu iş?

Kemal Aydoğan: Tiyatroda oyun oynama aracılığıyla iletişim kurulduğunu da atlamayalım. Hala canlının niye oyun oynadığının nedeni tam olarak bulunmuş değil. Birtakım varsayımlar var ama tam olarak açıklanamıyor. Bu iyi bir şey, insan burayı ele geçirememiş, geçirseydi kurcalardı ve bence içine ederdi. İyi ki insan canlılar niye oyun oynuyorduyu bulamamış. Bulana kadar bu gider. Oyun içindeki iletişimde biz bir şeyleri deneyimliyoruz, oradan topluma çıkacağız. Orası hepimizin sınırlarını bildiği ve gönüllü olarak katıldığımız bir alan. Orada her şeyle, uzaylılarla, cinlerle karşılaşabiliriz. Shakespeare’in ‘En Kısa Gecenin Rüyası’ oyununda sahneye cin geliyor ve kimse eleştirmiyor. Biri burada cin var dese ve kese kağıdı patlatsa ödümüz patlamaz mı? Fakat tiyatroda cinin de canın da karşımıza çıkabilme hali toplumsal hayatın bir tür deneyimi, ön deneyimlenmesi aslında. Oradan topluma geliyoruz ve geldiğimiz toplum da bizi daha duyarlı insan yapıyor. Problemlerin olduğunu bilen, problemi çözemese bile bir olay olduğunu bilen bir varlık haline getiriyor. Bunu bedenimizde, oyuncuyla birlikte eşzamanlı olarak deneyimliyoruz. Yani aynı şeylerin eşzamanlı olarak birçok perspektiften düşünüldüğü, kavrandığı, karşılıklı olarak gidip geldiği bir işlem var. Bunun inanılmaz kıymetli bir toplumsallık olduğunu, birbirimizi birbirimize tanıtma, uyumlandırma gibi işlevlere sahip olduğunu söylemeliyim.

Not: Bu sohbetin sonrasında Moda Sahnesi’nin sahneden naklen yayınladığı ‘Babamı Kim Öldürdü’ oyununu bilgisayarımın ekranından izledim. Çok da etkilendim. Edouard Louis’in yazdığı, Ayberk Erkay’ın çevrisini yaptığı, Kemal Aydoğan tarafından yönetilen ve Onur Ünsal’ın oynadığı tek kişilik oyun 16 Ocak ve 30 Ocak’ta sahneden naklen yayınlanacak. Bu tiyatro oyunu üstünden pandemi sürecine nasıl geldiğimizi anlatan yazının devamı da sonraya kaldı artık…