Kuvayı Milliye Destanı

Son Anadolu destanını, Nâzım Hikmet Ran’ın satırlarından izlediğimizde, zincirin son halkasındaki varoluş mücadelesi, dramatik öykülere dönüşerek, gözlerimizin önünde canlanmaya başlar.
Bu topraklarda ‘zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan’ Anadolu insanı, gencinden yaşlısına, kadınından erkeğine, köylüsünden esnafına, Kuvayı Milliye Destanı’nın kahramanlarına dönüşür; işgal ordusunun üstüne mavzeriyle yürüyen Karayılan, çocuk yaşında ulaklığı oyuna dönüştüren Kambur Kerim, Karadeniz’in karanlığında yok olan Arhaveli İsmail, savaşmayı tercih eden öğretmen Nurettin Eşfak, İstanbul’un işgalini haber veren telgraf memuru Manastırlı Hamdi, savaş kahramanı olarak bahçıvanlığa geri dönen Kartallı Kazım, yolların engel tanımayan şoförü Ahmet…
‘Düvel-i Muazzama” adıyla anılan emperyalist dayanışmanın ve kayıtsız şartsız teslimiyeti seçen işbirlikçilerinin karşısında, ezilen, sömürülen, toprağı ve namusu için canını vermekten geri durmayan Anadolu insanının destanı…
Birer ikişer çoğalarak, Küçük Asya’daki özgürlük ateşini antiemperyalist direnişe dönüştüren ve kendinden sonraki direnişlere ilham veren gerçek bir halk hareketi…
Bu destanı ölümsüz mısralara dönüştüren sanatçının ödülü ise dünya görüşleri yüzünden hapishanelerde sürünmek olmuş; vatan hainliğiyle suçlanmış, idamı istenmiş, vatan hasretiyle sürgünlerde yaşamış ve yazdıkları otuz dilde basıldığı halde kendi dilinde yasaklamış.
O vatana ihanet suçuyla tutuklu bulunduğu hapishanelerde; 1939’da İstanbul Tevkifhanesinde halkının destanını yazmaya başlamış, 1940’da Çankırı Hapishanesi’nde devam etmiş ve 1941’de Bursa Hapishanesi’nde tamamlamış; inancı ve ideolojisi doğrultusunda yaşadığı haksızlıkları, sanatını malzeme etmeden, Kuvayı Milliye Destanı’nı tamamlamıştır. En önemli kaynağı ‘Nutuk’ olur. Çoğu kahramanı ve hikayeleri gerçeklerinden alıntıdır. İlk olarak, 1949 yılında İzmir’de, Havadis gazetesinde yayınlanır. Yön Dergisi’nde bazı düzeltmelerle 1965’te yeniden okuruna ulaştırır. 1970 yılından sonra da tiyatrolarda sahnelenmeye başlar.
Bu sezon, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, Kuvayı Milliye Destanı’nı yeniden seyircisiyle buluşturuyor. Yönetmenliğini Hakan Yavaş’ın, dramaturgluğunu Gökhan Aktemur’un, sahne tasarımını Eylül Gürcan’ın, kostüm tasarımını Almila Altunsoy’un, ışık tasarımını Mahmut Özdemir’in, müziği Deniz Noyan’ın, koreografiyi Handan Ergiydiren Doğan’ın yaptığı oyunda; Ada Demirer, Ali Mert Yavuzcan, Can Ertuğrul, Derya Yıldırım, Emre Karaoğlu, Engin Akpınar, Eraslan Sağlam, Irmak Örnek, Nurseli Tırışkan, Ömer Barış Bakova, Seza Güneş ve Yağmur Ulusoy rol alıyor.
Ben kendi payıma, dramatik kurgusu olmayan, diyalogların sınırlı olduğu ve şiirin görselliğinin sahneye taşınmasında sıkıntı yaşanacağını düşündüğüm tiyatro oyununu izlemekten keyif aldım. Çok daha işlevsel kullanılabilecek dekorun, yeterince oyunun içine dahil edilmemesine fazlaca takılmayacak olursak, geriye kalanları yerli yerindeydi. En başından itibaren ortak performansın zorunlu olduğu oyunculuklar çizginin üstündeydi. Bir çocuğun gözünden destanı görmek doğru bir yorumdu. Su gibi iki saatin akmasına katkı sağlayan yaratıcı çözümleri vardı.
Ben yazarlık refleksiyle, görünenin arkasında kalan dramaturg Gökhan Aktemur’un, nasıl bir çalışma yaptığını merak ettim, sordum, öğrendim, sizlerle de paylaşmak istiyorum…
“Nâzım Hikmet’in hece vezninden uzaklaşarak, biraz da Mayakovski etkisiyle kendine özgü serbest ve toplumsal ses yakalamaya başladığı dönemde yazdığı bu destan, giriş dahil dokuz bölümden oluşuyor. Kurtuluş Savaşı yıllarının çeşitli tablolarını bir araya getiren Nâzım, pek çok öykü, durum ve karakterden yola çıkarak ‘epik’ bir metin kaleme almış. Bu nedenle edebî metin olarak ‘Kuvayı Milliye Destanı’ iç içe geçmiş öyküleriyle, epizotlar halinde sahnelenebilir nitelikte bir dramatik yapıya sahip…
“Eserde hemen her bölümün, kendi içinde yükselen dramatik aksiyonu olmakla beraber, karakterlerin eylemlerinin başlangıcı, gelişimi ve finali ana aksiyona bağlanır.”
“Nâzım Hikmet, Anadolu köylüsünü tek boyutlu ‘kahraman’ tipi yerine, çelişkileri, bocalamaları, cesaretleri, korkuları, ihaneti, sadakatiyle dinamik ve değişken ‘dram karakterleri’ biçiminde çeşitlendirmiş. Karakterlerin hemen her birinin yönelimi ve iradesi aynıdır. Yalnızca eyleme geçiş sürecinde farklılık gösterirler. Bu çelişki – iç çatışma onları daha katmanlı, bize daha yakın ve aksiyonu daha yukarıda tutar. Ve her bir karakterin bulunduğu ortam, inanılmaz zengin tasvirlerle aktarmıştır.”
“Nâzım Hikmet, alışıldık biçimde, zaferin komutanlarının ve onların çevresinin ötesinde; pek bilinmeyen, gölgede kalmış isimlerden, yani halk kahramanlarından bir destan yaratmayı tercih etmiştir. ‘Kahraman’ denince genellikle akla erkeklerin hikâyeleri gelir. Fakat şurası kesin ki, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasındaki en önemli unsurlardan biri de kadınlar ve çocuklardır. Nâzım, onları yalnız cephe gerisinde göstermekle yetinmeyip, kadının dünyasına ayrı bir yer vermiştir.”
“Sonuç olarak Kurtuluş Savaşımız ve Kuvayı Milliye ruhu her anlamda emsalsiz iradeyle yaşanan gerçek bir destandır. Böylesi gerçekliğin ürünü olan Nâzım’ın ‘Kuvayı Milliye’si her yaştan ve her kesimden seyirciye sunulması gereken bir eserdir. Bir asır önce cepheye asker olarak giden Darülbedayi’nin çocuklarına, bu oyunla selam göndermek Şehir Tiyatroları’nın 100. yılını geride bırakan repertuarına özel bir anlam katacaktır,” diyerek sözlerini tamamlıyor oyunun dramaturgu Gökhan Aktemur…
Çoğu insanın ezbere bildiği dizeleri sahneye taşımak kolay değil ama şair Nâzım’sa, Hikmet’ler çoğalıyor; her kelimesi bir fotoğraf, her cümlesi hareketli görüntülerle dolu…