“Suya yazılan aşk; Romeo ve Juliet”

Bu yılın birinci yazısını William Shakespeare’in gençlik döneminde yazdığı, Özdemir Nutku’nun çevirisini yaptığı, Dejan Projkovski’nin İstanbul Devlet Tiyatrosu çatısı altında başarıyla sahnelediği Romeo ve Juliet üstüne olsun.
Bol ödüllü Makedon yönetmen “Fırtına”, “Karamazov Kardeşler”, “Hamlet”, “Danton’un Ölümü”, “Martı”, “Tartuffe”, “Othello” ve “Anna Karenina” gibi klasikleşmiş eserleri, alışılmışın dışında yorumlayışıyla tanınıyor. Geride bıraktığımız yıllarda, Makedonya Ulusal Tiyatrosu’nun genel sanat yönetmenliğini de yapmış.
Bir parça tiyatroya ilgisi olanların bildiği gibi Shakespeare’in romantik tragedyası ölümsüzlüğe uzanan aşkın adıdır. Bu aşka açık hava müzesine dönüşmüş ve UNESCO tarafından koruma altına alınmış Verona şehrinin atmosferi de katkıda bulunur. Adige Irmağı Verona’nın etrafında yarım daire çizerek dolanmaktadır. 13. yüzyılın ortalarında Della Scala ailesinin yönetimine bırakıldıktan sonra hızla zenginleşmiştir. Bu dönemin tanınmış aileleri arasında Romeo ve Juliet hikayesinin geçtiğine inanılır. Aşk hikayesi farklı sanatçılar tarafından işlendikten sonra 14. yüzyılın ortalarında yaşayan bir ozanın şiirine ilham verecektir. 16. yüzyılın sonlarında da William Shakespeare tarafından tiyatro oyununa dönüştürülür. Juliet’in Romeo’yla buluştuğu varsayılan evi de günümüze ziyaretçi akınıyla dolup taşmaktadır.
Soylu ve varlıklı ailelerinden Montegue’lerin oğlu Romeo ile Capulet’lerin kızı Juliet, kime kalbini kaptırdığını umursamadan, İtalyan usulü aşkın ateşiyle yanıp kavrulmaya başlar. İki ailenin geçmişten gelen düşmanlığı ise aşılması güç bir engeldir. Bu engeli tutkulu aşklarıyla aşmaya çalışırlarken, Montegue ve Capulet erkeklerinin arasındaki ölümcül kavgaya Romeo da karışacak ve işlediği suçun cezası Verona surlarının dışına sürülmek olacaktır. Hiçbir engel Rönesans insanının coşkusunu yaşayan Romeo ve Juliet’in ölümsüz aşkının önüne geçemeyecek gibidir ama…
Bir aşkın ölümsüz olabilmesi için aşıkların birbirine kavuşamadan ölmesi altın kuraldır. Bir biçimde kavuşmaları durumunda, ölümsüz aşklarının hikayesi Ephraim Kishon’un yazdığı ‘Tarla kuşuydu Juliet’ komedisine dönüşme tehlikesi vardır.
Din adamı olarak günahkar olmayı sineye çeken Rahip Lawrence’ın tanrısal dokunuşlarıyla ölümsüzlüğe taşınan ölümlerin yolu açılır. Dini sınırların ötesine geçerek nikahlarını kıyacak ve tanrının ‘can alma-yaşam verme’ oyununa ortak olacaktır. Vicdanının sesine kulak vererek evrensel değerleri tercih etmiştir. Onun çabaları tanrısal yazgının önüne geçmeye yetmez. Tanrı yanlış anlamalar silsilesi içinde Romeo ve Juliet’i kurban olarak almış ve tutkulu aşklarını da insanlara bırakmıştır.
İki gencin ölümüyle Montegue ve Capulet ailelerinin arasındaki düşmanlık sona erer ama gidenleri geriye getirmez. Biz de güce tapanların kurban vermekten çekinmeyişlerine, paranın gücüne ruhunu teslim edenlere, düşmanlıkların kılıcını menfaatlerin keskinleştirdiğine ve bedellerini masumiyetin ödediğine tanık oluruz.
Gün yüzü göstermemiş William Shakespeare tutkulu aşıklarına: İlk karşılaşmaları meşalelerin aydınlattığı balo salonundadır, ay ışığında tanışmanın hikayesi devam eder ve aynı gece meşhur balkon sahnesiyle tamamlanır. Bir sonraki karşılaşmaları Rahip Lawrence’ın izbe hücresinde olacak, önce nikahları kıyılacak ve aynı gece mum ışığının aydınlattığı Juliet’in odasında birlikte olacaklardır. Son karşılaşmaları ise cılız meşale ışığının aydınlattığı Capuletlerin aile mezarlığıdır.
Aşk diyaloglarının romantik rüzgarlarına kapıldığımız Romeo ile Juliet sahnelerinin, akşamın karanlığında ya da güneş ışığının etkisini yitirdiği mekanlarda geçmesini nasıl yorumlamalı?
Ben tutkuların karanlık tarafını göstermek amacıyla yazıldığını düşünebilirim ama benim kadar karamsar yaklaşmayan Dejan Projkovski’nin ezberlerimizi bozan yönetmenliği yüreğimize su serpiyor. Bu kadar rahatlamamızla yetinmeyerek ön sıralarda oturan seyircileri ıslatmaktan da çekinmemiş. Suyu dekorun öncelikli malzemesi olarak kullanan yönetmenin oyunu, başından sonuna kadar iki karış suyun içinde geçiyor. Tüm oyuncular sutopu maçına çıkmışçasına (Deneyimli oyuncuların temkinli davranışlarını görmemiş olalım.) sırılsıklam ıslanıyor ama suyun içinde Shakespeare oynamanın tadını da çıkarıyorlar. Bu emeği kaçırmayın. Her anı görsel zenginlik barındıran bir çalışmaya imza atmış Dejan Projkovski; müzikleri, dansları, kavga sahneleri, aşk sahneleri, sevişme sahneleri; ara vermeden devam eden 2 saat 15 dakikalık oyununda zaman da su gibi akıyor zaten…
Ne diye su?
Saf aşkın sahneye yansıması mı? Ruhu arındırmanın metaforu mu? İtalya’nın kuzeyindeki Verona’ya yaşam veren Adige Irmağı mı? Ya da yaşamın öteki yüzü mü? Çok başarılı yorumlanan Mercutio’nun, ölümün eşiğinde “Tanrı belasını versin her iki ailenin de!” sözleriyle çürümüş insanlığımızın atıklarını mı taşıyor? Su alıp götürüyor hepsini; ‘iyi ya da kötü’, ‘güzel ya da çirkin’, ‘doğru ya da yanlış’ diye ayırmadan…
Zor oyunun dekor tasarımında M. Nurullah Tuncer, suda görselliğini yitirmeyen kostümlerin tasarımında Medina Yavuz Almaç, atmosferi tamamlayan ışığın tasarımında Serhat Akın imzası bulunuyor. Çok beğendiğim koreografi Olga Pango ve müzikleri de Goran Trajkoski tarafından hazırlanmış. Oyundaki karakterlere de Damla Ece Dereli, Atakan Akarsu, Seda Yıldız, Ahmet Dizdaroğlu, Zeliha Güney, Nuray Durmuş, Kerim Altınbaşak, Murat Turhan, Muhammed Çakay, Bilal Ercan, Yunus Emre Terzioğlu, Ozan Erdönmez, Can Deniz Erzaim, Burak Pamuk ve Cem Bayurgil başarıyla hayat veriyor.
Bu oyuna ‘Mezun Sanatçı’ tanımıyla yevmiye karşılığında çalıştırılan arkadaşlarımın emeğine özel bir alkış daha…