Tolstoy ve Anna

Rus Edebiyatının 19. yüzyıldaki büyük ustalarından Lev Nikolayeviç Tolstoy ve büyük eserleri ‘Savaş ve Barış’ ile ‘Anna Karenina’…
Çar tarafından sevilen ve sayılan aristokrat ailesinin Yasnaya Polyana’daki geniş topraklarında dünyaya gelen ve küçük yaşlarda annesini, ardından da babasını kaybeden Tolstoy akrabaları tarafından yetiştirilir. Öğrenimini tamamlamak için gittiği Moskova’da Fransızcasını ilerleterek Voltaire’i ve J. J. Rousseau’yu okur. Genç yaşlardan itibaren kalemi elinden düşmeyecektir. Dickens, Gogol, Turgenyev, Puşkin, Schiller, Lermontov gibi yazarlardan etkilenir. Bir soylu olmanın olanaklarıyla, ‘kadın, içki, kumar’ üçgeninde gençliğini yaşadığı halde kendini köylü olarak görmektedir. Rus yüksek sosyetesinin renkli dünyasına dahil olmayı ya da saray çevresinin fırsatlarından faydalanmak yerine doğduğu topraklara geri dönmeyi tercih eder.
Hiç kimsenin beklemediği bir kararla Çar ordusuna katılır. Kafkasya ve Kırım savaşında yaşadığı deneyimler savaşın acımasız yüzüyle karşı karşıya kalmasına vesile olacaktır. Tolstoy askerlikten ayrıldıktan sonra gittiği Saint Petersburg’da eserlerini yazmaya devam eder. Ruhundaki çalkantıları dizginlemekte zorlanmaktadır. Uzun süren Batı Avrupa seyahatinin sonrasında Yasnaya Polyana’ya geri döner. Yeni heyecanı köylüler için açtığı çizgi dışı eğitim kurumudur.
Huzuru bulduğu dönemde 18 yaşındaki Sofya Andreyevna Behrs’le evlenir. Çok sevdiği karısının yazarlığına verdiği destekle, dünya edebiyatına ölümsüz eserlerinden ‘Savaş ve Barış’ı yazar. On yıl sonra Dostoyevski de dahil olmak üzere, pek çok yazarın “Yeryüzünde yazılmış en iyi roman,” diye niteleyeceği ‘Anna Karenina’yı yazacaktır.
Rus edebiyatının yaşayan efsanesi, bütün dünyada hayranlıkla izlenirken, yazdıkları ve yaşama bakışı, yalnızlaşmasını zorunlu hale getirecektir. Rus çarlığının çöküşüne tanıklık yapan muhalif yazıları nedeniyle hanedanlığı karşısına almıştır. Din konusundaki aykırı düşünceleri kiliseden aforoz edilmesine neden olmuştur. İnsan yaşamındaki en büyük haksızlıklardan biri olarak gördüğü kölelik düzenine karşı çıkarak, kölelerini azat etmesi ve ardından ‘Özel mülkiyetin reddi’ temelindeki felsefesiyle topraklarını köylülere bağışlaması da aşkla bağlandığı çocuklarının anasıyla karşı karşıya gelmesine neden olacaktır.
Son olarak karısıyla Sofya’yla yaptığı tartışma yüzünden, 12 Kasım 1910’da, evini ve ailesini gizlice terk eden Lev Nikolayeviç Tolstoy, tren yolculuğu sırasında hastalanacak ve sekiz gün sonra kırsal kesimdeki Astapovo tren istasyonunda yaşamını yitirecektir.
Tolstoy’un eserleri defalarca tiyatro sahnesine ya da sinemaya taşınmıştır. Tren istasyonundaki sansasyonel ölümüyle noktalanan yaşamı da elbette sanat dünyasının gözünden kaçmaz. Jay Parini’nin ‘Aşkın Son Mevsimi’ adlı biyografik romanı, ölümünün yüzüncü yılında (2010) Senarist ve yönetmen Michael Hoffman tarafından ‘The Last Station’ (İstasyonda Son Gece) adıyla sinemaya uyarlanır. Son yılının hikayesini işleyen filmde, topraklarını köylülere dağıtan Tolstoy ile ailesinin çıkarlarını korumak amacıyla hayatını adadığı kocasına karşı çıkan Sofya’yla yaşadığı çalkantılı ilişkileri anlatılmaktadır. Tren istasyonunda, 82 yaşındaki Tolstoy’u ölüme taşıyan süreç de ister istemez filmin merkezine oturacaktır. Birçok ödülü bulunan filmde Sofya rolündeki performanslarıyla, Helen Mirren ‘En İyi Kadın Oyuncu’, Christopher Plummer da ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ dalında Oscar’a aday gösterilir.
Yazarın ölümünün yüzüncü yılı kapsamında yazıldığını düşündüğüm, 2012 yılında Devlet Tiyatroları repertuvar havuzuna alınan ve 2016 yılında Ankara seyircisiyle buluşan; Hatice Gülsün Kınal’ın yazdığı ve Funda Mete’nin sahnelediği ‘Tolstoy ve Anna’ adındaki tiyatro oyununda da Tolstoy’un Astapovo tren istasyonundaki ölümcül yolculuğunun son gecesi fantastik bir kurguyla işleniyor. Dört kişilik oyunda Oktay Dal, Ebru Uysal, Mine Medya Haktanır ve Batu Ergün rol alıyor. Tolstoy’u canlandıran Ankara Devlet Tiyatrosunun deneyimli oyuncusu Oktay Dal’ın, 7. Sadri Alışık Anadolu Tiyatro Ödülleri kapsamında ‘Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu’ ödülüne uzandığını da anımsatayım.
Birçok oyunda izlediğim ve AÜ DTCF Tiyatro Bölümünden arkadaşım olduğu için sahnedeki başarılarıyla gurur duyduğum Oktay Dal ile Antalya’daki tatili sırasında yollarımız kesişti. Laf lafı, sohbet sohbeti açınca ‘Tolstoy ve Anna’ oyununa doğru uzandık. Uzun sohbetimizi yazıya dönüştürmek mümkün değil ama ‘Sinema-Tiyatro’ ilişkisi bağlamında küçük birkaç alıntı yapmak istiyorum.
“Tolstoy karakterine hazırlanırken ‘İstasyonda Son Gece’ filmini izlemeyi tercih etmedim. Bir filmde gördüğüm karakteri taklit etmek değil de kitaplarından okuduklarımla ya da yazarın hakkında yapılan araştırmalarından yola çıkarak hayal gücümle oluşturacağım Tolstoy’un peşine düştüm. Bu tür biyografik filmlerde, yüksek bütçeli Amerikan ya da Avrupa filmlerinde etkileyici sonuçlar ortaya çıkabiliyor. Tüm dünyanın bildiği Tolstoy’u gerçeğine uygun olarak beyazperdeye taşıyabilmek için milyonlarca dolar harcıyorlar. Bu iş için sinema sanatının teknik olanakları çok fazla, makyajın ulaştığı yer ortada, bire bir benzetebiliyorlar neredeyse… Aynı karakteri onlarca açıdan perdeye taşıyabiliyorlar. Yeri geldiğinde oyuncunun gözbebeğine kadar detay gösterebiliyorlar. Henüz rolü çıkarma aşamasındayken aynı hikâyenin tamamlanmış, son haline gelmiş ve muhtemelen iyi oynayan bir aktörün yer aldığı filmini izlersen, filmden ve de o aktörden etkilenebilirsin, bir tonunu, bir mimiğini, bir jestini hiç farkında olmadan taklit edebilirsin. Onun için oyunumuz çıkana kadar filmi izlemedim, başka deyişle etkilenmek istemedim açıkçası. Tolstoy zaten yeterince etkileyici bir karakter ve benim için Tolstoy’un kendini nasıl tarif ettiği önemliydi. Oyun yazarının oluşturduğu Tolstoy karakterini ortaya çıkarabilmekti hedefim. ‘Çocukluğum’ romanında kendinden bahsederken örneğin “Benim gibi böylesine geniş bir burnu, böylesine kocaman dudakları böylesine küçük gözleri bulunan bir adam için yeryüzünde bir mutluluk bulunabileceğini sanmıyorum” diyor, hiçbir zaman kendini yakışıklı bulmadığını hatta çirkin olduğunu düşündüğünü söylüyor Tolstoy. Fotoğraflarına baktığında öyle çirkin biri gibi durmuyor ama önemli olan kendini neden öyle gördüğü… Bu bir özgüvensizlik mi? Kendisiyle olan kavgası mı? Kendiyle barışık olmaması mı? Bu yönlerini ortaya çıkarıp, gerçek kılabilmek, onu böyle sahneye taşıyabilmek benim için önemliydi. Umarım ulaşmışımdır bu hedefime…”
Bu sohbetin sonunda Oktay Dal’a “Christopher Plummer‘ın yerine sinemada Tolstoy’u oynamak ister miydin?” diye sordum.
O da içtenlikle “Elbette oynamak isterdim ama oyunculuk sanatının er meydanı tiyatrodur, unutmamak lazım” diyerek gönülden bağlandığı tiyatronun da hakkını teslim etti.